Allah’a ulaşmanın türlü yolları vardır. Bir önce ki yazımda günlük işlerimizi yaparken Rabbimize “yakinimizi” arttırabileceğimizi ifade ederek; günlük temizliğin Kuddüs isminin yansımalarının yakalanacağı bir alan olduğunu görmenin yapılan aktiviteye farklı bakmamızı sağlayacağına temas etmiştim.
Evde yaptığımız tek iş temizlik değil elbette.
Bu kez Rezzak ve Cemil isimlerinin sofralarımıza yansıyan yönüne değinmek istiyorum.
Yemek yapmak çalışan çalışmayan her kadının sürekli yaptığı bir iş. Bazıları yemek yapmayı sever, bazıları da yemeyi. Her gün mutfağa girip, “Bugün ne pişirsem acaba?” sıkıntısı yaşarız.
Bu duruma şu açıdan bakalım: Acaba dolaptan malzemeleri çıkartıp, onları yıkayıp, doğrayıp ve pişirmek aynı zamanda kulluğumuza katkı olabilir mi?
Cenab-ı Hak her gün bütün canlıların bulundukları iklim ve coğrafi özelliklerine göre rızıklarını eksiksiz verir. Hangi canlı neye ihtiyaç duyuyorsa, onun sistemine uygun rızık yaratır. Rezzak isminin yansımaları olan bu hadiseyi her gün tabiatta görürüz. Peki biz kadınlar mutfağa girdiğimiz zaman ailemizin hassasiyetlerini gözeterek yemek yapmamız bu ismin küçük bir tecellisi değil mi? Bazı aileler var ki bir yemeği baba ayrı sever çocuklar ayrı sever. Eşler olarak ailedeki herkese göre o yemeği pişirir hazır ederiz. Bu zor bir iş; ama Rezzak-ı Kerim’in sürekli ve kusursuz en kapsamlı şekilde bunu yaptığını bilmek mutfakta Yaratıcı ile irtibat kurmanın farklı bir şekli olabilir.
Yaptığımız yemek ve ikramları hoşa gidecek görsellikle ikram etmek bizim için çok önemlidir. Sofrayı bu görselliğe uygun düzenlemek, yemek ve ikramlarımızı imkanlarımız içerisinde en güzel şekilde sunmak..
Güzel, estetik sofra hazırlamak hanımlar için bir başarıdır. İşte Cenab-ı Hak da lutfettiği nimetleri en güzel renkler, şekiller ve kokular ile bize sunar. Pazar tezgahlarında gördüğümüz sebze ve meyveler renkleri ve tazelikleri ile bizi kendine çeker. Bu Allah’ın Rezzak isminin yanında Kerim ve Cemil isminin de yansımalarıdır. Yaptığımız yemeklerin, böreklerin, pastaların ve tatlıların sunumları esnasında biz Rabbimizin bu isimlerini de üzerimizde gösteririz.
Günlük hayatta Yüce Yaratıcının yakalayabileceğimiz bir çok isimleri vardır. Vedud isminin yansıması olarak ailemize gösterdiğimiz ve gördüğümüz sevgi ve Rahim isminin yansıması olarak içimizdeki şefkat duygusu…
Sözün özü; “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” felsefesini bakış açısı olarak belirlemek hayatımıza farklılık katacaktır.
Allah'ım ! Alnı secdelerde duran hatırına ,hesabı nefsine soran hatırına ,
gözlerini ilimle yoran hatırına ,emaneti yoluna seren hatırına ,Seni sevindiren söz hatırına , Kabe'de ağlayan göz hatırına ,Muhammed (s.a.v.) in gül hatırına , Ya Rabb ! Yeryüzünde zalimlerin zulmü altında inleyen, gözyaşı ve kanlarını akıtan mazlum kardeşlerimizin ızdırıplarını dindir...Bütün dinkardeşlerimin sıkıntılarını gider ve Cennet ve cemalini göster bizlere......"
Size bir selâm verildiğinde ya daha güzeli ile veya dengi ile cevap verin. Allah her şeyin hesabını eksiksiz bilmektedir.” (Nisa/86.)
Selamlaşmak,insanlar arasında uhuvvetin artmasına,bir nevi sevginin gösterilmesine,barış,kardeşlik gibi duyguların karşıya aksettirilmesine ve birlikteliğe vesile olur.Dinimizde de selamlaşmanın önemi ve nasıl yapılması gerektiği yukarıda ki ayette ifade edilmiştir. Demek ki biri bize selam verdiğinde ya ayni ile ya da daha güzeli ile karşılık vermek İslami bir ölçüdür.
Şimdilerde ise selam almak/selam vermek gibi hasletlerimizi kaybediyor gibiyiz.
Oysa selamlaşmak,bir merhaba demek,zannediyorum hem bizi hem de karşı tarafı mutlu kılacaktır.İnsan fıtratı gereği verdikçe mutlu olurdan yola çıkarsak selam vermek bu mutluluğu bir tık daha yukarı taşıyacaktır.
Selamlaşmada benim sevdiğim ve sık kullandığım ifadelerden biri “Merhaba.” dır. Merhaba;”Benden size zarar gelmez.” anlamında Farsça bir sözcük-müş.Bu bilgiyi edindiğimden beri selam vermek daha da anlam kazandı bende.Zira Müslüman kendinden emin olunan kişidir.Olayın bir de sevap ile ilgili kısmı var ki o daha heyecan verici.
Selam vermek sünnet,almak farzdır.Dinimizde elbette öncelik farzlardadır ve sevabı daha fazladır.Fakat selamlaşmada bu bambaşka bir hal alıyor.Şöyle ki;selam veren sünneti yerine getirdiği halde karşı tarafı hayr’a -bir farzı yerine getirmeye- teşfik ettiği için karşı tarafın farz sevabından da faydalanıyor ve melekler böylelikle sevap hanemize hem sünnet hem farz sevabını not düşüyorlar.
Bu yüzden selam verirken düşünmeyin bile,korkmayın selamımı alır mı almaz mı diye.Siz içten samimi bir “merhaba” deyiverin.Hiç değilse bir sünnetin devamını sağlamakta ipin ucundan tutmuş olursunuz.
Allah her şeyin hesabını eksiksiz bilen olduğuna göre bırakın hesabı O’ yapsın.
PEŞİN HÜKÜM (MUTLAKA OKUYALIM
Genç adam evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca ahşap olanlara rağbet azaldı.
Bu yüzden işler iyi gitmiyordu. Üstelik de çocukları büyümüş biri hariç okula başlamıştı. Masrafları artınca yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulur yardımcıya ayırdığı parayı çocukların harçlığına katardı.
Adam bir gün çalışırken elektrik kesildi. Ve uzun süre beklediği halde gelmedi. Aksi gibi o akşam üzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı. Boş kalmayı sevmezdi. Planyayı yağladı talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için eve çıkarken sigortaya göz attı. Eğer yanılmıyorsa bu iş normal değildi. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı.
Şalteri kaldırınca atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama bu işe bir anlam veremiyordu. Şaka dese böyle bir şaka yapılmazdı. Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu.
İşe koyulduğunda yine aynı şey oldu. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. Oğlu evden atölyeye bağlanan merdiveni sessizce inmiş ve sigortayı kapattığı sırada babasını karşısında bulmuştu.
Adam on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi. Bütün günü onun yüzünden mahvolmuştu. Bir kere yapmış olsa ses çıkartmazdı. Ama tekrarlaması hangi yönden bakılırsa bakılsın büyük hataydı. Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı. Herşey onun iyiliği içindi. Belki vurduğu tokat serseri olmasını engellerdi.
Adam oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra eşine dert yanarak:
- Bu çocuğun okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz lazım!.. dedi. Eğer serbest bırakırsak başımıza büyük dertler açacak!..
Adam bir süre düşündü. Sonunda da en kolay yolu buldu. Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde arkadaşlarına ait ip ucu olmalıydı. Eşi istemese de ona kulak asmadı ve çocuğunun günlüğünü okumaya başladı.
Oğlu en son sayfada:
"Bu gece kötü bir rüya gördüm!.." yazmıştı. "Atölyede çalışırken babamı elektrik çarpıyordu. Allah'ım onu koru!.. Ben elimden geleni yapacağım
Dursun Ali Erzincanlı
40 dk. ·
.
Bir dostu Hz. Yusuf'u ziyarete geldi bir gün oturup konuştular. Hz. Yusuf başından geçenleri, kuyuda iken çektikleri sıkıntıları dile getirdi. Uzun süre konuşup dertleştiler. Konuşmanın sonunda Hz. Yusuf misafirine:
"Söyle bakalım bana ne hediye getirdin, zira dostun evine eli boş gidilmez." dedi.
Misafir üzüle sıkıla özür beyan etti:
"Sana getirmek için her neye baktıysam, hiçbirini beğenemedim, layık görmedim. Bir altın zerresi alınıp altın madenine, bir damlacık su okyanusa hediye götürülür mü?
Sana gönlümü ve canımı hediye olarak getirsem bile Hindistan'a baharat satmaya götürmüş olurum.
Senin güzelliğine layık bir hediye bulmam çok zor oldu fakat sonunda sana bir ayna getirmeye karar verdim, ona baktıkça güneş gibi parlayan güzel yüzünü görür, sevinir, beni hatırlarsın." dedi ve getirdiği aynayı çıkararak Hz. Yusuf'a sundu.
Hz. Yusuf bu hediyeye çok sevindi.
Varlığın aynası yokluktur, ahmak değilsen yokluğu tercih et
Beterin beteri vardır..! Sen yine de durumuna şükret..!”)
Mehmet işten çıkarılır. Eve gelip durumu bildirince, hanımı içeri almaz. Gidecek yeri olmadığından Şeyhin dergahına gider. Bu sırada şeyh talebeleriyle sohbet etmektedir. Bu arada börek çörek yenmekte, çaylar içilmektedir. Mehmet de aralarına katılır.
Şeyh, sohbet esnasında; beterin beteri vardır, insan içinde bulunduğu duruma şükretmeli der.
Bunu bir kaç defa tekrar edince, bizim zavallı dayanamaz, kendi kendine, (!.. postun üzerindesin, sevenlerin etrafında, talebelerin hizmet ediyor, keyfin yerinde... Elbette içinde bulunduğun duruma şükredersin, ya ben ne yapayım) diye mırıldanır.
Şeyh, bunun kalbindeki sıkıntıyı fark edince, evladım, sen de içinde bulunduğun duruma şükret. Beterin beteri vardır der. Mehmet dayanamaz, şu an besbeter bir durumdayım Efendim... Hem işten kovuldum, hem de evden...
Şeyh oralı olmaz aynı sözünü tekrar eder:
“Beterin beteri vardır. Sen yine de durumuna şükret.”
Mehmet, cevap vermez ama daha beterini hayal bile edemez. Bu sırada akşam olmuştur. Herkes köşesine çekilince, Mehmet de, belki hanımı razı edersem diye dergahtan çıkıp eve gider. Kapıyı çalar, hanımına “beni affet, perişanım” diye yalvarır. Fakat hanımı, içeri almaz. Kapının bir kenarına kıvrılır.
Soğuktan titremeye başar, kuytu bir yere oturur, fakat çok geçmeden zaptiyeler bunu gizlenmiş olarak görünce şüphelenip karakola götürürler. Eşkaline bakınca bunu nezarete atarlar. Meğer o civarda bir hırsızlık olmuş. Hırsızın eşkali de bizimkine uyuyormuş. Zavallı, geceyi nezarete atılmış ipsiz sapsız haydutların arasında geçirir.
Şeyh, durumu öğrenir, ziyaretine gelir. Daha, nasılsın diye sormadan bizimki feryat eder:
- Nedir bu başıma gelenler? Önce işten sonra eşten oldum, şimdi de..."
Şeyh sözünü keser:
- Beterin de beteri vardır.
Bizimki dayanamaz:
- Hocam anlatamadım galiba... Suçsuz yere hırsız damgası yedim. Üstelik bu haydutlarla aynı yerdeyim, şunların tiplerine baksana..."
Şeyh hiç umursamadan karakoldan ayrılır. O gece nezaretteki zanlılar arasında müthiş bir kavga çıkar. Sille tokat birbirlerine girerler. Bizim Mehmet bir kenara sinerek boğuşanları seyreder. Bu sırada zaptiyeler kavgayı ayırır. Kavganın sebebi araştırılır. Kavganın Mehmet geldikten sonra çıktığını gören zaptiyeler, zavallıyı kavgayı başlatmakla suçlayıp tekme tokat tek kişilik bir hücreye atarlar.
O geceyi hücrede geçiren Mehmet, sabahleyin şeyhi karşısında görünce ağlamaya başlar. Başından geçenleri sıkıntıları anlatır.
Ama şeyh aynı şeyi tekrar eder:
- Beterin beteri vardır, sen durumuna sabret.
Bizimki şaşkınlıktan ağlamayı bile unutur:
- Sabır mı? Sabır taşı olsa çatlar.
Şeyh güler geçer.
Bizimkinin öfkeden kanı beynine sıçrarsa da bir şey diyemez.
Şeyh gidince ortalığı birbirine katar. Bağırıp çağırır, hücre kapısını tekmeler. Gürültüye gelen zaptiye memuruna da hakaret edince fena şekilde dayak yer. Üstelik de "Bu herif yalnızlıktan sıkılmış olmalı" diyerek yanına hasta olan Mecusi bir tutukluyu koyarlar. Tek kişilik bir hücrede iki kişi olması bir yana, adamın ömrü boyunca yıkanmamış, saçı sakalı kir pas içinde, hastalıktan inlemesi bizimkini perişan eder. Geceyi Mecusi ile koyun koyuna geçirirler. Sabah olunca şeyh tekrar ziyaretine gelir.
Der ki:
- "Ooo... Ne kadar güzel... Bir de arkadaşın olmuş. Yalnızlık çekmezsin."
- Böyle arkadaş olmaz olsun efendim. Herif hasta ve baygın yatıyor, üstelik de leş gibi kokuyor. Dar yerde mecburen kalıyoruz.
Şeyh yine hiçbir şey söylemeden ayrılır. Bir kaç saat sonra hasta Mecusi hem kusmaya, hem de altına kaçırmaya başlar. Mehmet hücrede yine tek başına kalabilmek için bir fırsat bilerek görevlileri çağırır. Görevliler durumun vahametini görünce; "Bundan sonra bu hücrenin temizliğinden sen sorumlusun" diyerek bir kova su ile bez verip giderler.
Nezarettekiler ikiye ayrılır, yine aralarında kavga çıkar, çoğu şişlenir ölür, kalanı da yaralanır.
Ertesi gün şeyh efendi karakolu ziyarete gelir. Hücreye yaklaşınca Mehmed'in yanık sesini duyar. O bir yandan Mecusiyi ve hücreyi temizliyor, bir yandan da dua ediyor.
- Ya Rabbi sana şükürler olsun, iyi ki hücreye girmişim, ben de muhakkak kavgada ölebilirdim. Bir de Mecusiye hizmet ettiğimden dolayı Mecusi müslüman oldu.
Şeyhi görünce başını eğer:
- Haklıymışsınız efendim. Bu adamcağız hasta oldu. Temizliğini de bana yaptırdılar. Düşündüm ki, ya bu adam ölürse halim ne olurdu? Beni cinayetle bile suçlarlardı veya buraya hiç uğramaz, adamın cenazesiyle kim bilir kaç gün daha burada tutarlardı. İyi ki ölmedi, hem de müslüman oldu, üstelikte büyük kavgadan kurtulmuş oldum.
Şeyhi gülümser:
- Beterin beteri olduğunu anladın demek... Sana bir müjde vereyim. Zaptiyelerin yanından geçerken duydum, gerçek hırsız yakalanmış.
Mehmet çok geçmeden karakoldan çıkarılır. O da beterin beteri olduğunu yaşayarak anlar.
Yörenin bir zengini ona acır işe alır. Hanımı da iş güç sahibi olduğunu öğrenince onu tekrar eve kabul eder.
MUTLAKA OKUYALIM)
Hz.Ebubekir vefat etmiş…
Hz.Ömer hilafeti teslim almış,devlet emanetlerini inceliyor bir akşam vakti. Sandıklar açılıyor,evraklar ve mali hazineye ait altınlar, dirhemler tasnif edilip devir teslim yapılıyor. Evrakları tek tek inceleyen Ömer sandıklardan birinde bir kavanozla karşılaşıyor. İçi dirhemlerle dolu kavanozu merak ederek açıyor. İçinden şu not çıkıyor:
“Ben ki; Rasülü’nün Halifesi Ebubekir.. Hilafetim süresince devlet hazinesinden bana bağlanan maaşı almaya haya ettim ve hiç kullanmadım. Çünkü bulunduğum makam; tebliğini ücretsiz, Hak Rızası için yapan Rasül makamı idi.Tamamen kendi gayretimle geçindim. Benden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere tüm maaşım bu kavanozdadır. Devlet hazinesine kaydedilsin!..”
Hayatı Hz.Ebubekir’le hayır yarışına dönüşen Hz.Ömer olduğu yere öylece çöker. Ağlamaklı vaziyette şunları söyleyecektir:
-Ne kadar büyüksün Ya Ebubekir!.. Hayatında seni geçmeme fırsat vermedin, vefatın sonrasında da buna imkan tanımıyorsun. Ne kadar büyüksün Ya Sıddik!..
Takva nedir, müttaki kime denir?
Değerli kardeşimiz;
Takva , korkma, sakınma, Allah korkusuyla günahlardan korunmak demektir. Muttaki, takva üzere yaşayan mü’min demek olur.
Takvada ilk akla gelen, haramları terktir. Bunu, mekruhlardan sakınma takip eder. Mekruh, çirkin bulunan, hoş karşılanmayan fiil, söz ve hâllere denir. Bunların terk edilmeleri de takvadandır. Daha sonra şüpheliler karşımıza çıkar. Bunların da mekruhlar gibi haramla bir başka komşulukları vardır. Hakkında kesin bir hüküm olmayan işlerde, takvaya uygun olanı, haram olma ihtimalini gözeterek o fiilleri terk etmektir. Sonra mübah ve helâl olanlar gelir. Bunlardan yeteri kadar istifade edip israftan sakınmak da takvadandır.
Allah Resûlü (asm.) “Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır.” diye başlayan bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Nasıl bir çoban, koruluğun kenarında koyun otlattığında, koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardıar.”
Şüpheli, haramın en yakın komşusudur. O araziye girenin bir süre sonra haram sahasına düşmesi kuvvetle muhtemeldir. Şüpheliden sakınanlarla haram arasına bir tampon bölge girmiş oluyor.
Kur’an-ı Kerimden bir takva dersi:
“...Yakıtı insanlar ve taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan o dehşetli ateşten sakının.” (Bakara Sûresi, 2/14) Tefsir alimlerimiz, bu âyet-i kerimede sözü edilen taşların, putlar olduğunu söylerler. Bu âyet-i kerimede yakıtı taşlar olan bir cehennemin dehşeti yanında, mümini ürperten bir başka tehdit daha vardır. O da putlarla beraber yanma, aynı mekânda birlikte bulunma, onların tâbi olduğu muameleye maruz kalma zilletidir.
Takva ve salih amel, ruh ve kalbin terakkisinde iki esastırlar. Salih amel ile manevi kârlar elde edilir. Takva ile de bu kâr korunur ve zararlardan uzak kalınır. Zarar yollarını kapamayan bir insan, kazandığından çok daha fazlasını kaybedebilir ve bu yolun sonu iflasa çıkar.
İflasla ilgili şu hadis-i şerif çok ürkütücü ve korkutucudur:
“Ümmetimden müflis o kişidir ki; kıyamet günü namaz, oruç ve zekât gibi ameller ile gelir. Buna karşılık ona buna sövmüş, iftira etmiş, kiminin malını yemiş, kiminin kanını dökmüş ve kimini de dövmüştür. Ahirette bu iyilikleri hak sahipleriane dağıtılır. İyilikleri yetmeyip bittiği zaman da hak sahiplerinin günahlarından bir kısmı alınıp kendisine yüklenir ve cehenneme atılır.” (bk. (Müslim, Birr 6; Tirmizî, Kıyamet 2)
Takvanın üç mertebesi vardır:
1. Şirkten takva: İman ederek şirkten korunmak. Kişi böylece ebedî cehennemde kalmaktan korunmuş olur.
2. Masiyetten takva: Büyük günahları işlemekten, küçüklerde de ısrardan sakınmak. Takvanın en yaygın mânâsı budur.
3. Masivadan takva: Kalbini, Hak’tan alıkoyan her şeyden uzak tutmak.
Selam ve dua ile...
| Sorularla İslamiyet | [51]
Gerçek şu ki Allah'a teslim olmuş bütün erkekler ve kadınlar, inanan bütün erkekler ve kadınlar, kendini ibadet ve taata vermiş erkek ve kadınlar, niyet ve davranışlarında doğru ve samimi olan erkek ve kadınlar, sıkıntılara göğüs geren erkekler ve kadınlar, gönülden saygıyla Allah'tan korkan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, nefislerini kontrol edip her şeyden kaçınarak oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffet ve namuslarını koruyan erkek ve kadınlar, Allah'ı durmaksızın çokça anan erkek ve kadınlar var ya, işte onlara Allah bağışlanma ve büyük bir mükafat hazırlamıştır." (Ahzab, 33/35)a
Takva nedir, müttaki kime denir?
Değerli kardeşimiz;
Takva , korkma, sakınma, Allah korkusuyla günahlardan korunmak demektir. Muttaki, takva üzere yaşayan mü’min demek olur.
Takvada ilk akla gelen, haramları terktir. Bunu, mekruhlardan sakınma takip eder. Mekruh, çirkin bulunan, hoş karşılanmayan fiil, söz ve hâllere denir. Bunların terk edilmeleri de takvadandır. Daha sonra şüpheliler karşımıza çıkar. Bunların da mekruhlar gibi haramla bir başka komşulukları vardır. Hakkında kesin bir hüküm olmayan işlerde, takvaya uygun olanı, haram olma ihtimalini gözeterek o fiilleri terk etmektir. Sonra mübah ve helâl olanlar gelir. Bunlardan yeteri kadar istifade edip israftan sakınmak da takvadandır.
Allah Resûlü (asm.) “Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır.” diye başlayan bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Nasıl bir çoban, koruluğun kenarında koyun otlattığında, koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardır.”
Şüpheli, haramın en yakın komşusudur. O araziye girenin bir süre sonra haram sahasına düşmesi kuvvetle muhtemeldir. Şüpheliden sakınanlarla haram arasına bir tampon bölge girmiş oluyor.
Kur’an-ı Kerimden bir takva dersi:
“...Yakıtı insanlar ve taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan o dehşetli ateşten sakının.” (Bakara Sûresi, 2/14) Tefsir alimlerimiz, bu âyet-i kerimede sözü edilen taşların, putlar olduğunu söylerler. Bu âyet-i kerimede yakıtı taşlar olan bir cehennemin dehşeti yanında, mümini ürperten bir başka tehdit daha vardır. O da putlarla beraber yanma, aynı mekânda birlikte bulunma, onların tâbi olduğu muameleye maruz kalma zilletidir.
Takva ve salih amel, ruh ve kalbin terakkisinde iki esastırlar. Salih amel ile manevi kârlar elde edilir. Takva ile de bu kâr korunur ve zararlardan uzak kalınır. Zarar yollarını kapamayan bir insan, kazandığından çok daha fazlasını kaybedebilir ve bu yolun sonu iflasa çıkar.
İflasla ilgili şu hadis-i şerif çok ürkütücü ve korkutucudur:
“Ümmetimden müflis o kişidir ki; kıyamet günü namaz, oruç ve zekât gibi ameller ile gelir. Buna karşılık ona buna sövmüş, iftira etmiş, kiminin malını yemiş, kiminin kanını dökmüş ve kimini de dövmüştür. Ahirette bu iyilikleri hak sahiplerine dağıtılır. İyilikleri yetmeyip bittiği zaman da hak sahiplerinin günahlarından bir kısmı alınıp kendisine yüklenir ve cehenneme atılır.” (bk. (Müslim, Birr 6; Tirmizî, Kıyamet 2)
Takvanın üç mertebesi vardır:
1. Şirkten takva: İman ederek şirkten korunmak. Kişi böylece ebedî cehennemde kalmaktan korunmuş olur.
2. Masiyetten takva: Büyük günahları işlemekten, küçüklerde de ısrardan sakınmak. Takvanın en yaygın mânâsı budur.
3. Masivadan takva: Kalbini, Hak’tan alıkoyan her şeyden uzak tutmak.
Selam ve dua ile...
| Sorularla İslamiyet | [51]
ALLAHI ANMAK
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akıl sahipleri için (Allah'ın birliğine, yüce kudretine delâlet eden) âyetler vardır. Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarkan Allah'ı zikrederler, göklerle yerin yaratılışını düşünürler de, 'Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın, sen (tüm kusurlardan) münezzehsin, bizi cehennem azabından koru' derler."
Âl-i İmrân sûresi (3), 190-191
Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün değişiminde aklı tam olanlar yani iyi düşünebilenler için Allah Teâlâ'nın yüce kudretini gösteren işaretler vardır. Bu gerçeği yakalayabilmek için kâinatı tanımaya yönelik ilmî araştırmalar gerekir. Yani ilim ile dini birlikte götürmek lâzımdır.
Kulluğu en mükemmel şekilde yaşayanlar, Allah'ı her zaman anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler, bütün bunların boşuna olmadığını itiraf ederek yüce yaratıcıyı her türlü noksanlıktan tenzih ederler. Sonunda da o kudret ve kemal sahibi Allah'tan kusurlarını bağışlamasını ve kendilerini cehennemden korumasını dilerler.
Kâinattaki akıllara durgunluk veren nizâm fevkalâde ince hesaplara bağlıdır. Böylesine bir hesabın olağanüstü işleyişi kesinlikle tesadüf eseri olamaz. Bu gerçekleri, akılları sağlam olan insanlar anlar ve Allah'a inanırlar. Bilimsel tetkikler de insanı aynı sonuca götürür.
Bu iki âyetten ilki ulûhiyetin kemâlini, ikincisi ise, kulluğun kemâlini belirtmektedir. Zira "Allah'ı zikrederler" ifadesi dilin kulluğunu; "ayaktayken, otururken ve yatarken" ifadesi organların kulluğunu; "göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" cümlesi de, kalbin, dimağın ve ruhun kulluğunu ifade etmektedir.
Allah'ım ! Alnı secdelerde duran hatırına ,hesabı nefsine soran hatırına ,
gözlerini ilimle yoran hatırına ,emaneti yoluna seren hatırına ,Seni sevindiren söz hatırına , Kabe'de ağlayan göz hatırına ,Muhammed (s.a.v.) in gül hatırına , Ya Rabb ! Yeryüzünde zalimlerin zulmü altında inleyen, gözyaşı ve kanlarını akıtan mazlum kardeşlerimizin ızdırıplarını dindir...Bütün dinkardeşlerimin sıkıntılarını gider ve Cennet ve cemalini göster bizlere......"
Size bir selâm verildiğinde ya daha güzeli ile veya dengi ile cevap verin. Allah her şeyin hesabını eksiksiz bilmektedir.” (Nisa/86.)
Selamlaşmak,insanlar arasında uhuvvetin artmasına,bir nevi sevginin gösterilmesine,barış,kardeşlik gibi duyguların karşıya aksettirilmesine ve birlikteliğe vesile olur.Dinimizde de selamlaşmanın önemi ve nasıl yapılması gerektiği yukarıda ki ayette ifade edilmiştir. Demek ki biri bize selam verdiğinde ya ayni ile ya da daha güzeli ile karşılık vermek İslami bir ölçüdür.
Şimdilerde ise selam almak/selam vermek gibi hasletlerimizi kaybediyor gibiyiz.
Oysa selamlaşmak,bir merhaba demek,zannediyorum hem bizi hem de karşı tarafı mutlu kılacaktır.İnsan fıtratı gereği verdikçe mutlu olurdan yola çıkarsak selam vermek bu mutluluğu bir tık daha yukarı taşıyacaktır.
Selamlaşmada benim sevdiğim ve sık kullandığım ifadelerden biri “Merhaba.” dır. Merhaba;”Benden size zarar gelmez.” anlamında Farsça bir sözcük-müş.Bu bilgiyi edindiğimden beri selam vermek daha da anlam kazandı bende.Zira Müslüman kendinden emin olunan kişidir.Olayın bir de sevap ile ilgili kısmı var ki o daha heyecan verici.
Selam vermek sünnet,almak farzdır.Dinimizde elbette öncelik farzlardadır ve sevabı daha fazladır.Fakat selamlaşmada bu bambaşka bir hal alıyor.Şöyle ki;selam veren sünneti yerine getirdiği halde karşı tarafı hayr’a -bir farzı yerine getirmeye- teşfik ettiği için karşı tarafın farz sevabından da faydalanıyor ve melekler böylelikle sevap hanemize hem sünnet hem farz sevabını not düşüyorlar.
Bu yüzden selam verirken düşünmeyin bile,korkmayın selamımı alır mı almaz mı diye.Siz içten samimi bir “merhaba” deyiverin.Hiç değilse bir sünnetin devamını sağlamakta ipin ucundan tutmuş olursunuz.
Allah her şeyin hesabını eksiksiz bilen olduğuna göre bırakın hesabı O’ yapsın.
PEŞİN HÜKÜM (MUTLAKA OKUYALIM
Genç adam evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca ahşap olanlara rağbet azaldı.
Bu yüzden işler iyi gitmiyordu. Üstelik de çocukları büyümüş biri hariç okula başlamıştı. Masrafları artınca yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulur yardımcıya ayırdığı parayı çocukların harçlığına katardı.
Adam bir gün çalışırken elektrik kesildi. Ve uzun süre beklediği halde gelmedi. Aksi gibi o akşam üzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı. Boş kalmayı sevmezdi. Planyayı yağladı talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için eve çıkarken sigortaya göz attı. Eğer yanılmıyorsa bu iş normal değildi. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı.
Şalteri kaldırınca atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama bu işe bir anlam veremiyordu. Şaka dese böyle bir şaka yapılmazdı. Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu.
İşe koyulduğunda yine aynı şey oldu. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. Oğlu evden atölyeye bağlanan merdiveni sessizce inmiş ve sigortayı kapattığı sırada babasını karşısında bulmuştu.
Adam on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi. Bütün günü onun yüzünden mahvolmuştu. Bir kere yapmış olsa ses çıkartmazdı. Ama tekrarlaması hangi yönden bakılırsa bakılsın büyük hataydı. Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı. Herşey onun iyiliği içindi. Belki vurduğu tokat serseri olmasını engellerdi.
Adam oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra eşine dert yanarak:
- Bu çocuğun okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz lazım!.. dedi. Eğer serbest bırakırsak başımıza büyük dertler açacak!..
Adam bir süre düşündü. Sonunda da en kolay yolu buldu. Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde arkadaşlarına ait ip ucu olmalıydı. Eşi istemese de ona kulak asmadı ve çocuğunun günlüğünü okumaya başladı.
Oğlu en son sayfada:
"Bu gece kötü bir rüya gördüm!.." yazmıştı. "Atölyede çalışırken babamı elektrik çarpıyordu. Allah'ım onu koru!.. Ben elimden geleni yapacağım
Dursun Ali Erzincanlı
40 dk. ·
.
Bir dostu Hz. Yusuf'u ziyarete geldi bir gün oturup konuştular. Hz. Yusuf başından geçenleri, kuyuda iken çektikleri sıkıntıları dile getirdi. Uzun süre konuşup dertleştiler. Konuşmanın sonunda Hz. Yusuf misafirine:
"Söyle bakalım bana ne hediye getirdin, zira dostun evine eli boş gidilmez." dedi.
Misafir üzüle sıkıla özür beyan etti:
"Sana getirmek için her neye baktıysam, hiçbirini beğenemedim, layık görmedim. Bir altın zerresi alınıp altın madenine, bir damlacık su okyanusa hediye götürülür mü?
Sana gönlümü ve canımı hediye olarak getirsem bile Hindistan'a baharat satmaya götürmüş olurum.
Senin güzelliğine layık bir hediye bulmam çok zor oldu fakat sonunda sana bir ayna getirmeye karar verdim, ona baktıkça güneş gibi parlayan güzel yüzünü görür, sevinir, beni hatırlarsın." dedi ve getirdiği aynayı çıkararak Hz. Yusuf'a sundu.
Hz. Yusuf bu hediyeye çok sevindi.
Varlığın aynası yokluktur, ahmak değilsen yokluğu tercih et
Beterin beteri vardır..! Sen yine de durumuna şükret..!”)
Mehmet işten çıkarılır. Eve gelip durumu bildirince, hanımı içeri almaz. Gidecek yeri olmadığından Şeyhin dergahına gider. Bu sırada şeyh talebeleriyle sohbet etmektedir. Bu arada börek çörek yenmekte, çaylar içilmektedir. Mehmet de aralarına katılır.
Şeyh, sohbet esnasında; beterin beteri vardır, insan içinde bulunduğu duruma şükretmeli der.
Bunu bir kaç defa tekrar edince, bizim zavallı dayanamaz, kendi kendine, (!.. postun üzerindesin, sevenlerin etrafında, talebelerin hizmet ediyor, keyfin yerinde... Elbette içinde bulunduğun duruma şükredersin, ya ben ne yapayım) diye mırıldanır.
Şeyh, bunun kalbindeki sıkıntıyı fark edince, evladım, sen de içinde bulunduğun duruma şükret. Beterin beteri vardır der. Mehmet dayanamaz, şu an besbeter bir durumdayım Efendim... Hem işten kovuldum, hem de evden...
Şeyh oralı olmaz aynı sözünü tekrar eder:
“Beterin beteri vardır. Sen yine de durumuna şükret.”
Mehmet, cevap vermez ama daha beterini hayal bile edemez. Bu sırada akşam olmuştur. Herkes köşesine çekilince, Mehmet de, belki hanımı razı edersem diye dergahtan çıkıp eve gider. Kapıyı çalar, hanımına “beni affet, perişanım” diye yalvarır. Fakat hanımı, içeri almaz. Kapının bir kenarına kıvrılır.
Soğuktan titremeye başar, kuytu bir yere oturur, fakat çok geçmeden zaptiyeler bunu gizlenmiş olarak görünce şüphelenip karakola götürürler. Eşkaline bakınca bunu nezarete atarlar. Meğer o civarda bir hırsızlık olmuş. Hırsızın eşkali de bizimkine uyuyormuş. Zavallı, geceyi nezarete atılmış ipsiz sapsız haydutların arasında geçirir.
Şeyh, durumu öğrenir, ziyaretine gelir. Daha, nasılsın diye sormadan bizimki feryat eder:
- Nedir bu başıma gelenler? Önce işten sonra eşten oldum, şimdi de..."
Şeyh sözünü keser:
- Beterin de beteri vardır.
Bizimki dayanamaz:
- Hocam anlatamadım galiba... Suçsuz yere hırsız damgası yedim. Üstelik bu haydutlarla aynı yerdeyim, şunların tiplerine baksana..."
Şeyh hiç umursamadan karakoldan ayrılır. O gece nezaretteki zanlılar arasında müthiş bir kavga çıkar. Sille tokat birbirlerine girerler. Bizim Mehmet bir kenara sinerek boğuşanları seyreder. Bu sırada zaptiyeler kavgayı ayırır. Kavganın sebebi araştırılır. Kavganın Mehmet geldikten sonra çıktığını gören zaptiyeler, zavallıyı kavgayı başlatmakla suçlayıp tekme tokat tek kişilik bir hücreye atarlar.
O geceyi hücrede geçiren Mehmet, sabahleyin şeyhi karşısında görünce ağlamaya başlar. Başından geçenleri sıkıntıları anlatır.
Ama şeyh aynı şeyi tekrar eder:
- Beterin beteri vardır, sen durumuna sabret.
Bizimki şaşkınlıktan ağlamayı bile unutur:
- Sabır mı? Sabır taşı olsa çatlar.
Şeyh güler geçer.
Bizimkinin öfkeden kanı beynine sıçrarsa da bir şey diyemez.
Şeyh gidince ortalığı birbirine katar. Bağırıp çağırır, hücre kapısını tekmeler. Gürültüye gelen zaptiye memuruna da hakaret edince fena şekilde dayak yer. Üstelik de "Bu herif yalnızlıktan sıkılmış olmalı" diyerek yanına hasta olan Mecusi bir tutukluyu koyarlar. Tek kişilik bir hücrede iki kişi olması bir yana, adamın ömrü boyunca yıkanmamış, saçı sakalı kir pas içinde, hastalıktan inlemesi bizimkini perişan eder. Geceyi Mecusi ile koyun koyuna geçirirler. Sabah olunca şeyh tekrar ziyaretine gelir.
Der ki:
- "Ooo... Ne kadar güzel... Bir de arkadaşın olmuş. Yalnızlık çekmezsin."
- Böyle arkadaş olmaz olsun efendim. Herif hasta ve baygın yatıyor, üstelik de leş gibi kokuyor. Dar yerde mecburen kalıyoruz.
Şeyh yine hiçbir şey söylemeden ayrılır. Bir kaç saat sonra hasta Mecusi hem kusmaya, hem de altına kaçırmaya başlar. Mehmet hücrede yine tek başına kalabilmek için bir fırsat bilerek görevlileri çağırır. Görevliler durumun vahametini görünce; "Bundan sonra bu hücrenin temizliğinden sen sorumlusun" diyerek bir kova su ile bez verip giderler.
Nezarettekiler ikiye ayrılır, yine aralarında kavga çıkar, çoğu şişlenir ölür, kalanı da yaralanır.
Ertesi gün şeyh efendi karakolu ziyarete gelir. Hücreye yaklaşınca Mehmed'in yanık sesini duyar. O bir yandan Mecusiyi ve hücreyi temizliyor, bir yandan da dua ediyor.
- Ya Rabbi sana şükürler olsun, iyi ki hücreye girmişim, ben de muhakkak kavgada ölebilirdim. Bir de Mecusiye hizmet ettiğimden dolayı Mecusi müslüman oldu.
Şeyhi görünce başını eğer:
- Haklıymışsınız efendim. Bu adamcağız hasta oldu. Temizliğini de bana yaptırdılar. Düşündüm ki, ya bu adam ölürse halim ne olurdu? Beni cinayetle bile suçlarlardı veya buraya hiç uğramaz, adamın cenazesiyle kim bilir kaç gün daha burada tutarlardı. İyi ki ölmedi, hem de müslüman oldu, üstelikte büyük kavgadan kurtulmuş oldum.
Şeyhi gülümser:
- Beterin beteri olduğunu anladın demek... Sana bir müjde vereyim. Zaptiyelerin yanından geçerken duydum, gerçek hırsız yakalanmış.
Mehmet çok geçmeden karakoldan çıkarılır. O da beterin beteri olduğunu yaşayarak anlar.
Yörenin bir zengini ona acır işe alır. Hanımı da iş güç sahibi olduğunu öğrenince onu tekrar eve kabul eder.
MUTLAKA OKUYALIM)
Hz.Ebubekir vefat etmiş…
Hz.Ömer hilafeti teslim almış,devlet emanetlerini inceliyor bir akşam vakti. Sandıklar açılıyor,evraklar ve mali hazineye ait altınlar, dirhemler tasnif edilip devir teslim yapılıyor. Evrakları tek tek inceleyen Ömer sandıklardan birinde bir kavanozla karşılaşıyor. İçi dirhemlerle dolu kavanozu merak ederek açıyor. İçinden şu not çıkıyor:
“Ben ki; Rasülü’nün Halifesi Ebubekir.. Hilafetim süresince devlet hazinesinden bana bağlanan maaşı almaya haya ettim ve hiç kullanmadım. Çünkü bulunduğum makam; tebliğini ücretsiz, Hak Rızası için yapan Rasül makamı idi.Tamamen kendi gayretimle geçindim. Benden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere tüm maaşım bu kavanozdadır. Devlet hazinesine kaydedilsin!..”
Hayatı Hz.Ebubekir’le hayır yarışına dönüşen Hz.Ömer olduğu yere öylece çöker. Ağlamaklı vaziyette şunları söyleyecektir:
-Ne kadar büyüksün Ya Ebubekir!.. Hayatında seni geçmeme fırsat vermedin, vefatın sonrasında da buna imkan tanımıyorsun. Ne kadar büyüksün Ya Sıddik!..
Takva nedir, müttaki kime denir?
Değerli kardeşimiz;
Takva , korkma, sakınma, Allah korkusuyla günahlardan korunmak demektir. Muttaki, takva üzere yaşayan mü’min demek olur.
Takvada ilk akla gelen, haramları terktir. Bunu, mekruhlardan sakınma takip eder. Mekruh, çirkin bulunan, hoş karşılanmayan fiil, söz ve hâllere denir. Bunların terk edilmeleri de takvadandır. Daha sonra şüpheliler karşımıza çıkar. Bunların da mekruhlar gibi haramla bir başka komşulukları vardır. Hakkında kesin bir hüküm olmayan işlerde, takvaya uygun olanı, haram olma ihtimalini gözeterek o fiilleri terk etmektir. Sonra mübah ve helâl olanlar gelir. Bunlardan yeteri kadar istifade edip israftan sakınmak da takvadandır.
Allah Resûlü (asm.) “Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır.” diye başlayan bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Nasıl bir çoban, koruluğun kenarında koyun otlattığında, koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardıar.”
Şüpheli, haramın en yakın komşusudur. O araziye girenin bir süre sonra haram sahasına düşmesi kuvvetle muhtemeldir. Şüpheliden sakınanlarla haram arasına bir tampon bölge girmiş oluyor.
Kur’an-ı Kerimden bir takva dersi:
“...Yakıtı insanlar ve taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan o dehşetli ateşten sakının.” (Bakara Sûresi, 2/14) Tefsir alimlerimiz, bu âyet-i kerimede sözü edilen taşların, putlar olduğunu söylerler. Bu âyet-i kerimede yakıtı taşlar olan bir cehennemin dehşeti yanında, mümini ürperten bir başka tehdit daha vardır. O da putlarla beraber yanma, aynı mekânda birlikte bulunma, onların tâbi olduğu muameleye maruz kalma zilletidir.
Takva ve salih amel, ruh ve kalbin terakkisinde iki esastırlar. Salih amel ile manevi kârlar elde edilir. Takva ile de bu kâr korunur ve zararlardan uzak kalınır. Zarar yollarını kapamayan bir insan, kazandığından çok daha fazlasını kaybedebilir ve bu yolun sonu iflasa çıkar.
İflasla ilgili şu hadis-i şerif çok ürkütücü ve korkutucudur:
“Ümmetimden müflis o kişidir ki; kıyamet günü namaz, oruç ve zekât gibi ameller ile gelir. Buna karşılık ona buna sövmüş, iftira etmiş, kiminin malını yemiş, kiminin kanını dökmüş ve kimini de dövmüştür. Ahirette bu iyilikleri hak sahipleriane dağıtılır. İyilikleri yetmeyip bittiği zaman da hak sahiplerinin günahlarından bir kısmı alınıp kendisine yüklenir ve cehenneme atılır.” (bk. (Müslim, Birr 6; Tirmizî, Kıyamet 2)
Takvanın üç mertebesi vardır:
1. Şirkten takva: İman ederek şirkten korunmak. Kişi böylece ebedî cehennemde kalmaktan korunmuş olur.
2. Masiyetten takva: Büyük günahları işlemekten, küçüklerde de ısrardan sakınmak. Takvanın en yaygın mânâsı budur.
3. Masivadan takva: Kalbini, Hak’tan alıkoyan her şeyden uzak tutmak.
Selam ve dua ile...
| Sorularla İslamiyet | [51]
Gerçek şu ki Allah'a teslim olmuş bütün erkekler ve kadınlar, inanan bütün erkekler ve kadınlar, kendini ibadet ve taata vermiş erkek ve kadınlar, niyet ve davranışlarında doğru ve samimi olan erkek ve kadınlar, sıkıntılara göğüs geren erkekler ve kadınlar, gönülden saygıyla Allah'tan korkan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, nefislerini kontrol edip her şeyden kaçınarak oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffet ve namuslarını koruyan erkek ve kadınlar, Allah'ı durmaksızın çokça anan erkek ve kadınlar var ya, işte onlara Allah bağışlanma ve büyük bir mükafat hazırlamıştır." (Ahzab, 33/35)a
Takva nedir, müttaki kime denir?
Değerli kardeşimiz;
Takva , korkma, sakınma, Allah korkusuyla günahlardan korunmak demektir. Muttaki, takva üzere yaşayan mü’min demek olur.
Takvada ilk akla gelen, haramları terktir. Bunu, mekruhlardan sakınma takip eder. Mekruh, çirkin bulunan, hoş karşılanmayan fiil, söz ve hâllere denir. Bunların terk edilmeleri de takvadandır. Daha sonra şüpheliler karşımıza çıkar. Bunların da mekruhlar gibi haramla bir başka komşulukları vardır. Hakkında kesin bir hüküm olmayan işlerde, takvaya uygun olanı, haram olma ihtimalini gözeterek o fiilleri terk etmektir. Sonra mübah ve helâl olanlar gelir. Bunlardan yeteri kadar istifade edip israftan sakınmak da takvadandır.
Allah Resûlü (asm.) “Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır.” diye başlayan bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Nasıl bir çoban, koruluğun kenarında koyun otlattığında, koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardır.”
Şüpheli, haramın en yakın komşusudur. O araziye girenin bir süre sonra haram sahasına düşmesi kuvvetle muhtemeldir. Şüpheliden sakınanlarla haram arasına bir tampon bölge girmiş oluyor.
Kur’an-ı Kerimden bir takva dersi:
“...Yakıtı insanlar ve taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan o dehşetli ateşten sakının.” (Bakara Sûresi, 2/14) Tefsir alimlerimiz, bu âyet-i kerimede sözü edilen taşların, putlar olduğunu söylerler. Bu âyet-i kerimede yakıtı taşlar olan bir cehennemin dehşeti yanında, mümini ürperten bir başka tehdit daha vardır. O da putlarla beraber yanma, aynı mekânda birlikte bulunma, onların tâbi olduğu muameleye maruz kalma zilletidir.
Takva ve salih amel, ruh ve kalbin terakkisinde iki esastırlar. Salih amel ile manevi kârlar elde edilir. Takva ile de bu kâr korunur ve zararlardan uzak kalınır. Zarar yollarını kapamayan bir insan, kazandığından çok daha fazlasını kaybedebilir ve bu yolun sonu iflasa çıkar.
İflasla ilgili şu hadis-i şerif çok ürkütücü ve korkutucudur:
“Ümmetimden müflis o kişidir ki; kıyamet günü namaz, oruç ve zekât gibi ameller ile gelir. Buna karşılık ona buna sövmüş, iftira etmiş, kiminin malını yemiş, kiminin kanını dökmüş ve kimini de dövmüştür. Ahirette bu iyilikleri hak sahiplerine dağıtılır. İyilikleri yetmeyip bittiği zaman da hak sahiplerinin günahlarından bir kısmı alınıp kendisine yüklenir ve cehenneme atılır.” (bk. (Müslim, Birr 6; Tirmizî, Kıyamet 2)
Takvanın üç mertebesi vardır:
1. Şirkten takva: İman ederek şirkten korunmak. Kişi böylece ebedî cehennemde kalmaktan korunmuş olur.
2. Masiyetten takva: Büyük günahları işlemekten, küçüklerde de ısrardan sakınmak. Takvanın en yaygın mânâsı budur.
3. Masivadan takva: Kalbini, Hak’tan alıkoyan her şeyden uzak tutmak.
Selam ve dua ile...
| Sorularla İslamiyet | [51]
ALLAHI ANMAK
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akıl sahipleri için (Allah'ın birliğine, yüce kudretine delâlet eden) âyetler vardır. Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarkan Allah'ı zikrederler, göklerle yerin yaratılışını düşünürler de, 'Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın, sen (tüm kusurlardan) münezzehsin, bizi cehennem azabından koru' derler."
Âl-i İmrân sûresi (3), 190-191
Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün değişiminde aklı tam olanlar yani iyi düşünebilenler için Allah Teâlâ'nın yüce kudretini gösteren işaretler vardır. Bu gerçeği yakalayabilmek için kâinatı tanımaya yönelik ilmî araştırmalar gerekir. Yani ilim ile dini birlikte götürmek lâzımdır.
Kulluğu en mükemmel şekilde yaşayanlar, Allah'ı her zaman anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler, bütün bunların boşuna olmadığını itiraf ederek yüce yaratıcıyı her türlü noksanlıktan tenzih ederler. Sonunda da o kudret ve kemal sahibi Allah'tan kusurlarını bağışlamasını ve kendilerini cehennemden korumasını dilerler.
Kâinattaki akıllara durgunluk veren nizâm fevkalâde ince hesaplara bağlıdır. Böylesine bir hesabın olağanüstü işleyişi kesinlikle tesadüf eseri olamaz. Bu gerçekleri, akılları sağlam olan insanlar anlar ve Allah'a inanırlar. Bilimsel tetkikler de insanı aynı sonuca götürür.
Bu iki âyetten ilki ulûhiyetin kemâlini, ikincisi ise, kulluğun kemâlini belirtmektedir. Zira "Allah'ı zikrederler" ifadesi dilin kulluğunu; "ayaktayken, otururken ve yatarken" ifadesi organların kulluğunu; "göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" cümlesi de, kalbin, dimağın ve ruhun kulluğunu ifade etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder